17 Haziran 2016 Cuma

KARBONHİDRAT SAYIMI: ŞEKER HASTASI YERİNE DİYABETLİ OLMANIN YOLU


                      KARBONHİDRAT SAYIMI: ŞEKER HASTASI YERİNE DİYABETLİ OLMANIN YOLU

  Son yıllarda sıklığı oldukça artan diyabetin tedavisi, eğitim, ilaç tedavisi, egzersiz, tıbbi beslenme tedavisi üzerine kuruludur. Yapılan çalışmalara göre, doğru beslenme tedavisi ile HbA1C değerlerinde belirgin iyileşmeler kaydedilmektedir.  Beslenme eğitimi ve porsiyon kontrolü ile de total kolesterol, LDL (Kötü Kolesterol), trigliserit değerlerinde hedefler sağlanıp obezite, kardiyovasküler hastalık, hipertansiyon, diyabet komplikasyonları engellenebilmektedir. Her tedavi gibi kişiye özgü olması gereken diyabet beslenme tedavisinde besin değişimleri, karbonhidrat sayımı gibi yöntemler kullanılır. Diyabetli birey, kendisine uygun yöntemi seçer ve diyetisyen/diyabet diyetisyeni ile eğitime başlar.

  Karbonhidrat sayımı, öğünlerde tüketilen karbonhidrat miktarının düzenlenmesi, öğün öncesi kan şekeri ve karbonhidrat miktarına uygun insülin dozunun belirlenmesinde kullanılan etkin bir yöntemdir. Öğün öncesi hedef kan şekerlerinin 70-120 mg/dl, tokluk hedef kan şekerlerinin 140 mg/dl altında tutulmasını sağlamakla beraber, doğru bir şekilde uygulanırsa, yaşam kalitesini arttırır, bireyin diyabetini kendi kendine izlemesine olanak sağlar, tedavi ekibinin iş yükünü azaltır, diyabetliye özgüven kazandırır. Diğer yandan da yapılması gereken kontrolleri de ihmal etmemek gerekiyor.  Doktor, hemşire, diyetisyen, psikologdan oluşan diyabet ekibi ile beraber diyabetin seyri belirlenen aralıklarda izlenmelidir. Ayrıca, diyabet tedavisinde sık ölçüm önemli yer tutar. Egzersiz yapan diyabetlilerin egzersiz yapmayanlara göre daha sık ölçüm yapması gerekebilir.

  Diyabetlinin illa karbonhidrat sayması gerekmiyor, besin değişimleri de iyi bir yöntemdir. Ancak karbonhidrat sayımı ile esnek öğün seçimi sağlanır, beslenmedeki rutinlik ortadan kalkar, sosyal hayat renklenir. Bu yöntem sayesinde, hızlı etkili insülinlerin varlığının da etkisi ile diyabetlinin ara öğün alma zorunluluğu ortadan kalkmaktadır. Böylece, her diyabetlinin kabusu olan yasakların ve serbestlerin olduğu listeler ortadan kalkmış, yerine isteğe göre şekillendirilmiş listeler gelmiş olur.

  Karbonhidrat sayımı yöntemine yeni başlayanlar için önerim, bir mutfak terazisi edinmeleridir. Mutfak terazisi kullanmak porsiyon ölçülerine alışana kadar pratiklik sağlamaktadır. Ayrıca ilk kez denenecek besinler tek başına tüketilip, bunu takiben uygun gözlemler yapılmalıdır. Her diyabetlinin metabolizması farklılık göstermektedir. Bu farklılıkları doğru kan şekeri ölçümü ve gözlem ile deneyimleme sağlanmış olur.

  Son olarak piyasada fazlasıyla bulunan light, diyabetik ürünlere dikkat edilmelidir. Saf şeker bulunmayanlarında  karbonhidrat miktarları fazla olabiliyor ya da yağı azaltılmış olanlarında karbonhidratlı  ilaveler yapılabiliyor. Bu nedenle, etiket okuma alışkanlığını kazanmak ve içerik bilgisine sahip olmak çok önemli bir yer tutuyor.




 




10 Haziran 2016 Cuma

BÜTÜN TİP 1 DİYABETLİLER SONRADAN ÇÖLYAKLI MI OLUR?


BÜTÜN TİP 1 DİYABETLİLER SONRADAN ÇÖLYAKLI MI OLUR?

   Otoimmünite, aslında vücuda girmeye çalışan mikrop ve yabancı maddelere karşı kişiyi korumakla görevli bağışıklık sisteminin vücudun kendi protein ve dokularını yok etmeye çalışmasıdır.

Otoantikorlar

  Vücudun bağışıklık sistemi tarafından mikroplar ya da virüsler yerine vücudun kendi hücrelerine karşı geliştirilen antikorlardır. Otoimmün sürecin oluşumu otoantikorlarla oluşur. Otoantikorlar, toplumda %5 oranında görülen otoimmün hastalıkların tanısında, tedavisinde, izlenmesinde ve sonucunun tahmin edilmesinde, hastalıkların sınıflandırılmasında önemli bir yere sahiptir. Tüm süreçler ile ilgili değerlendirme, klinik tablo ile birlikte yapılmalıdır. Klinik bulgu olmaksızın, tek başlarına otoantikor varlığı hastalığa kesin tanı konulmasında yeterli değildir.

Otoimmün hastalıklar:

  Tip 1 diyabet başta olmak üzere otoimmün enteropati (çölyak), Hashimoto Tiroidi, Multipl Sklreoz (MS), Graves Hastalığı, psöriyasiz (Sedef Hastalığı), Sistemik Lupus, Sjögren Sendromu, Romatoid Artrit, Hemolitik anemiler, timoma gibi hastalıklar otoimmün mekanizmalar sonucu oluşur.



Tip 1 Diyabet

  Diyabet, insülin salınımı, insülin etkisi veya bu faktörlerin her ikisinde de bozukluk olması sonucunda ortaya çıkan hiperglisemi ile karakterize kronik metabolik bir hastalıktır. Birçok diyabet tipi olmasına rağmen temelde tip 1 diyabet ve tip 2 diyabet olarak ikiye ayrılır. İnsüline bağımlı diyabet olarak da bilinen tip 1 diyabet, genelde çocukluk çağında ortaya çıkar. Pankreasın beta hücrelerinin süregelen otoimmün veya otoimmün dışı nedenlerle harap olması sonucu gelişen insülin yetersizliği ve hiperglisemi ile karakterize kronik bir hastalıktır. Dünyada beş yaş civarındaki genel prevalans 1/1430, 16 yaşında ise 1/360 civarındadır. Ülkemizdeki prevalansı yaklaşık 1/2000’dir. Temelinde genetik ve çevresel birçok etken rol oynamaktadır. Sık idrara çıkma, çok su içme, kilo kaybı ile kendini gösteren tip 1 diyabet, insülin, egzersiz ve beslenmenin planlanması ile tedavi edilmektedir. Birçok farklı insülin rejimi yanısıra immünoterapi gibi yeni tedavi yöntemleri üzerinde de çalışılmaktadır. 



Bir otoimmün hastalık olarak Çölyak (Gluten enteropatisi)

  Sprue, gluten enteropatisi adıyla da bilinen çölyak, buğday, arpa, yulaf, çavdarda bulunan gluten adlı bir bitki proteinine karşı vücutta gelişen toleranssızlıktır. Diğer bir anlamda, glutenli gıdalarla beraber gliadinin alımıyla başlayan, vücudun bağışıklık sisteminin oluşturduğu iltihabi bir reaksiyondur. Bağırsaklardaki lamina propria adlı bölgede, bağırsak mukozasında epitel hücrelerinin altındaki kısımda glutene duyarlı CD+4 lenfositlerinin HLA-DQ2 ve HLA-DQ8 moleküllerince sunulan glutenle ve doku transglutaminazı (TG2) tarafından modifiye edilmiş gliadinle (deamine gliadin) karşılaşması sonucunda immünolojik reaksiyon başlar.

  Çölyak, çevresel tetikleyici ve otoantijeni bilinen tek otoimmün hastalıktır. Otoantijeni ince bağırsak epitel hücresi enterosite ait doku transglutaminaz (tTG) enzimidir. Diğer otoimmün hastalıklardan farklı olarak tetikleyicinin (gluten) ortadan kaldırılmasıyla tam düzelme sağlanır. Bu nedenle glutensiz beslenme ile 3-6 ayda test sonuçları negatifleşir, 2 yılda tam bir iyileşme sağlanır.



Çölyak ile beraber görülen otoimmün hastalıklar:

 Çölyak ile birlikteliği gösterilen diğer otoimmun hastalıklar; tip 1 diyabet, dermatitis herpatiformis, otoimmün hepatitler, otoimmün kolanjit, otoimmün anemi, trombositopeni, nötropeni, Addison hastalığı, irritabl barsak hastalığı, alopesi (kellik) ve sarkoidozdur.  



Çölyak ve tip 1 diyabet birlikteliği

  Tip 1 diyabet ve çölyak genetik ve otoimmün temellere dayalı iki hastalıktır. Genetik nedenler, ortak HLA DR3-DQ2/HLA DR7-DQ2 doku antijenlerine dayanır. Bu nedenle birliktelik riskleri birbirini tetikler. Tip 1 diyabette çölyak oluşum riski 20 kat artar ve tip 1 diyabetlilerde çölyak görülme yüzdesi 0,97 - %6,4’tür.  Ayrıca, tip 1 diyabetlilerin %11,6’sında çölyakın göstergelerinden biri olan doku transglutaminaz antikoru görülür.

  Çölyak gelişen Tip 1 diyabetlilerde ishal ve abdominal distansiyon gibi tipik gastrointestinal sistem bulgularının nadir, demir eksikliği anemisi, kısa boy, gecikmiş puberte gibi atipik bulguların daha yaygın olduğu saptanmıştır.  

  Farklı zamanlarda ve aynı zamanlarda ortaya çıkabilen iki hastalık birlikteliği birbirini tetiklediğinden Tip 1 diyabetlilerin çölyak açısından yıllık antigliadin (AGA) ve antiendomisyel antikorlar (EMA) kullanılarak taranması önerilmektedir. Bu taramalarda serolojik kan testleri haricinde hızlı ve pratik olması açısından BIOCARD hızlı ön tanı testi de kullanılabilir.

  Tıbbi ilaç tedavilerin yanında tip 1 diyabette beslenme tedavisi ve düzenli fiziksel aktivite önemli yer tutar. Tip 1 diyabetli bireyde çölyak da varsa glutensiz diyet tıbbi beslenme tedavisine alınmalıdır. Glutensiz besin ve ürünlerin karbonhidratı sayılarak veya değişim sistemiyle beslenme planı çıkarılmalıdır.

  Teşhisten sonraki aşamada çölyak tespit edildiyse tavizsiz bir şekilde glutensiz diyet uygulanmalıdır. Glutensiz diyet, tip 1 diyabet yönetiminde önemli yer tutan kan şekeri regülasyonunda önemli bir yere sahiptir. Çölyak ve tip 1 diyabet birlikteliğinde glutensiz diyet kati surette uygulanmazsa, çarpraz bulaşmaya dikkat edilmezse, güvenli glutensiz ürünler tüketilmezse ince bağırsaklarda hasar oluşur ve karbonhidrat emilimi düzenli bir şekilde gerçekleşemez. Kan şekerini etkileyen önemli bir bileşen olan karbonhidratlar ile ekzojen insülin denkleştirilemez, bu durum da düzensiz kan şekeri seyirlerine neden olur, bireyde hipoglisemiler görülür. Diyabet yönetiminde önemli bir gösterge olan HbA1c yüzdesi etkilenir.

  Çölyak ve tip 1 diyabet birlikteliğinin görülme sıklığı artmaktadır. Bu nedenle tıbbi kontroller zamanında yaptırılmalı, işin uzmanlarından eğitimler ve uzman desteği alınmalıdır. Glutensiz ürün temininde güvenilir markalar kullanılmalıdır.




4 Haziran 2016 Cumartesi

https://www.facebook.com/diyetisyenkevserbaskara/
Müzikle tedavi mümkün mü?

 
  İnsan, embriyodan organizma haline gelene kadar birçok gelişim süreci geçirir. Duyuların gelişimi de bu sürece eşlik eder. Verilere bakıldığında işitme duyusunun görme  duyusundan daha önce oluştuğunu görüyoruz. Anne karnındaki bir bebek, bir fetüsken ilk duygulanımlarını ilk duyduğu sesler olan annesinin kalp atışları, nefes alıp vermesi, dolaşım sesleri aracılığıyla gerçekleştirir. Bu sesler ile hiçbir duyusu  aktif olmamasına rağmen, işitme yetisine sahip olur. Amerikalı anestezi Uzmanı Dr. Fred Schwartz, bu sesleri özel bir mikrofonla erken doğmuş bebeklere dinletiyor. Bu şekilde bebeklerin sakinleşmesi sağlanıyor, büyüme ve gelişmeleri hızlanıyor. Sesler ayrıca yetişkinlere de dinletiliyor. Anne karnının güvenli ortamını anımsatmasından dolayı yetişkinlerin bu sayede sakinleşmesi sağlanıyor.

  Acaba evrimsel biyoloji bu konuda ne diyor? Evrimsel Biyoloji Uzmanları, işitme duyusunun hayatta kalma çabası adına çok eski çağlarda oldukça önemli olduğu üzerinde duruyor. Yaprak hışırtısı ve dalların çıtırtılarını işiten ilkel insan, bu şekilde tehlikeleri fark edip düşmanlardan korunmada önemli aşamalar kaydetmiş.

  Yeryüzündeki canlılar olarak birbirimizden etkilendiğimiz kadar evrenden ve çevremizden de etkileniriz. Aslında, bizler evreni dinleyebildiğimiz kadar “işitiriz”. Duyma yetisini bir şekilde yitirmiş olanlar bile diğer yetilerini kullanarak işitebilir. Buna en iyi örnek, klasik müziğin en iyi temsilcilerinden Beethoven’dır. Bestelerini dişlerinin arasına tutuşturduğu bir tahtayı piyanonun rezonans kutusunun üstüne dayayarak beste yapan biriydi Beethoven.  

  Çok uzak geçmişe bakarsak, insanlar yüzyıllar boyu hastalıkların iyileştirilmesinde çeşitli tedavi yöntemleri aramışlar. Lisans eğitimim sırasında sağlık bilimleri tarihinin işlendiği bir derste bu ilginç tedavi yöntemlerini detaylıca işlemiştik. Beni en çok şaşırtan da kötü ruhu çıkarmak için hastaya yapılan penetrasyon (bir uzvu delme) uygulamaları olmuştu. İçine kötü ruh girdikten sonra hastalandığı düşünülen kişinin kafatasından bir oyuk açılır ve kötü ruhun bu şekilde bedeni terk edeceği düşünülürmüş. Bu şekilde hastayı tedavi ettiklerine inanırlarmış. O zaman bana çok şaşırtıcı gelmişti, ancak şu anda kanseri tedavi etmek için kullanılan kemoterapinin penetrasyonun çağımızdaki bir çeşidi olduğunu söyleyebiliriz.

  Uygulanan cerrahi işlemlerin yanında ilkel kabilelerde hekimler kötü ruhu hasta bedenin içinden çıkarmak için çeşitli bitkilerle, müzik, ritm ve dansı da  tedavi amaçlı kullanmışlar. Türkiye’de uygulanmayan, Amerika’nın 1977’de bilim dalı olarak kabul edilip 1998’de uygulanmaya başlanan müzikoterapi, eski çağlardan beri birçok hekim tarafından zaten uygulanagelmiş bir yöntem. (Music as Medicine, www.musicasmedicine.com, University Hospitals,  CWRU, 2009) Farabi, İbni Sina gibi bilim insanları müzikoterapiyi alternaif bir tedavi yöntemi olarak değil geleneksel tedavi yöntemi olarak kabul etmiştir. Amerikan Müzikoterapi Birliği’nin “Müzikoterapi, bazı bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalıdır.” şeklindeki tanımı da oldukça dikkat çekicidir.

  Müzikoterapi konusunda bahsettiğimiz yıllardan çok daha eskilere gittiğimizde bu konu ile ilgili ilk yazılı kaynaklara Kahum papirüslerinde rastlandığını görürüz. Yunan Filozof Pythagoras, 6. yüzyılda müzikoterapi uygulamalarına katkıda bulunmuş. Elle tutulur ilk doküman ise 1454 yılında Osmanlı İmparatorluğu zamanında Beyazıd Külliyesi’nde bulunmuş. Mental hastalıklar o dönemlerde Türk müziği makamlarıyla tedavi edilmiş.

  Son yıllarda müzik ve beyin ile ilgili yapılan çalışmaların artmasıyla üzerinde çokça durulmaya başlanan müzikoterapinin kullanım alanlarına baktığımızda karşımıza geniş bir yelpaze çıkıyor. Bu yöntem, psikiyatrik hastalıkların, kronik hasalıkların, kanserin, madde bağımlılığının tedavisinde kullanılmaktadır. Batı’da hastane, klinik, gündüz bakımevi, okul, madde bağımlılığı merkezi gibi yerlerde beş binden fazla uzman beden ve ruh hastalıklarını müzikoterapi ile tedavi ediyor. Bunun dışında ameliyatlarda uygulanan müzikoterapi ile anestezi malzemelerinde %50 tasarruf yapıldığı ortaya konulmuştur. Hastaların ameliyat sonrası oluşabilecek komplikasyonlarında önemli bir azalış kaydedilmiştir.

  Günlük hayatın stresinden kurtulmak için düşük frekanslı ses dalgalarından oluşan kuş, dalga, su, rüzgar sesleri insanın uyku sırasındaki beyin dalgalarına yakın düşük dalga boyları içerdiğinden bir terapi sağlamaktadır. Bunun dışında bu sağlığı korumada ve sürdürmede, stres yönetiminde, ağrıları azaltmada, duyguları yönetmede, hafızayı güçlendirmede, iletişimi arttırmada, fiziksel rehabilitasyonda da olumlu etkiler sağlar. Bilişsel kabiliyetlerin azaldığı demans, parkinson, alzheimer gibi hastalıklarda da müzikoterapinin kullanıldığını görüyoruz.

  Çocukların fiziksel ve ruhsal gelişimlerine de katkı sağlayan müzikoterapi davranış bozukluğu, dikkat eksikliği tedavisinde, iletişim becerilerini geliştirmede kullanılmaktadır.

  Depresyonun ve birçok psikiyatrik hastalığın nedeni serotonin, norepinefrin, dopamin, melatonin, kortizol, adrenalin, testosteron gibi hormonların dengesinin bozulmasıdır. Müzikoterapinin, bu hormonların dengesinin düzenlenmesinde olumlu etki sağladığı ortaya kondu. Ayrıca, kronik hastalıkların tedavisinde de kullanılan müzikoterapinin kan basıncı, solunum ritmi, solunum kalitesi, nabız sayısı gibi fizyolojik olaylara olumlu etki yaptığı artık bilinmektedir.



Kaynaklar







"Power of Music", Early Childhood News, by F. Ruscher.

Reader's Digest Magazine, 1999.

Music Therapy. ca-Kanada Müzikle Tedavi Merkezi.

http://tampamusic.com/


 




2 Haziran 2016 Perşembe


  27 Mayıs’ta Koç Üniversitesi Hastanesi’nde “TTTip 1 diyabet tedavisinde yeni gelişmeler: yapay pankreas ve kök hücre tedavisine ne kadar yakınız?” konulu bir konferansa katıldım. Birçok konuşmacı vardı, Prof. Dr. Şükrü Hatun, Prof. Dr. Oğuzhan Deyneli, Türkiye’nin tek profesyonel tTTip 1 diyabetli sporcusu Trabzonspor Medikal Park Basketbol Takımı’nın kaptanı Alper Saruhan konuşmacılardan bazılarıydı. Alper, 52. Ulusal Diyabet Kongresi’nde de sunduğum “Düzenli Fiziksel Aktivite Yapan Tip 1 Diyabetli Bireylerin Glikometabolik Göstergelerinin ve Beslenme Durumlarının Saptanması” adlı lisans bitirme tezimin katılımcılarındandı. Bana diyabet çalışma konusunda destek ve ilham veren biri.
  Konuşmacıları birbirinden iyi seçilmiş toplantıda beni en çok heyecanlandıransa, dünyada tip 1 diyabet alanında en çok çalışma yapan üniversitelerden biri olan Yale Üniversitesi’nin Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışan Doç. Dr. Eda Cengiz’in sunum yapacak olmasıydı.

  Diyabet tedavi yöntemleri konusunda en son gelişmelerle nerede olduğumuz, yapay pankreasa ne kadar yakın olduğumuz, kök hücre tedavilerinde hangi aşamaları kaydettiğimiz ile ilgili bolca bilgiler veren  Dr. Eda Cengiz, bilimsel çalışmalarını tip 1 diyabetin iyileştirilmesi, ultra hızlı etkili insülinler ve yapay pankreas alanlarında sürdürüyor, bu alanlarda yapılan birçok projenin başkanlığını yürütüyor. Bunun yanında çocuklarda ve gençlerde insülin araştırmalarının yapıldığı tek merkezin yöneticisi. Ayrıca, bana diyabet çalışma konusunda ilham veren bilim insanlarından biridir.

Gelelim içeriğe…

  Hepimizin bildiği gibi tip 1 diyabet, temelinde pankreas adlı organın beta hücrelerinden salgılanan ve kan şekerimizi düzenlemeye yarayan insülin adlı hormonun eksikliğidir. Bu nedenle tip 1 diyabetli bireyler, insülin gibi hayati öneme sahip bir hormonu dışarıdan almak zorundadır. İnsülin, insülin kalemi, insülin pompası gibi yöntemlerle vücuda alınır.

  İnsülinin keşfi ile diyabet konusunda iyi gelişmeler oldu, ancak çok daha fazla çalışmanın yapılması gerekiyor. Bunun nedeni de şu an sahip olduğumuz insülinlerle bireydeki insülin karbonhidrat eşleşmesini tam anlamıyla gerçekleşiremiyoruz. En hızlı etkili insülinler bile 5-15 dakikada etkisini göstermeye başlıyor. Bu kan şekerini tam anlamıyla yönetmek için yeterli gelmemektedir. Ultra etkili insülinler, bu anlamda çok işe yarayacak. Bu konuyu 52. Diyabet Kongresi’nde Ord. Prof. Dr. Erol Çerasi Hoca çok kapsamlı bir şekilde anlatmıştı.

  Dr. Eda Cengiz’in anlatımında dikkat çeken konulardan yapay pankreas içinse Dr. Çerasi 2018 tarihini vermişi. Eda hoca da o tarihlerde Amerika’da yapay pankreas (kapalı devre pompa) sisteminin FDI(Food and Drug Association – Gıda ve İlaç Kurumu)’dan onay alınacağını belirtti. Aslında bu konuda 52. Diyabet Kongresi’nde Prof. Dr. Oğuzhan Deyneli ve Dr. Erol Çerasi’nin sunumlarından aldığım notlarımdan da bolca yararlandım. Yapay pankreas temelde pankreasın işlevi olan kan şekerini ölçen, buna uygun insülin salgılayan sistemi içeriyor. Bu aşamada glikagon ve amilinin de yapay pankreasta yer alması gerektiği de konuşuluyor. Ama glikagon çok hızlı bozulan bir hormon olduğundan şimdilik uygulanması tartışılıyor. Amilin ise yine beta hücrelerinde üretilen bir hormon, beta hücresi uyarıldığında insülin ile beraber salgılanıyor. Yapay pankreastan tam verim alabilmek için kullanılması gereken ultra hızlı etkili insülinler on yıl içinde kullanıma girecek diye ümit ediyoruz. 

Peki, umut vadeden ultra hızlı etkili insülinlerin avanajları neler? 

  İnsülinin kana geçişi şu anda kullanılan insülinlere göre daha hızlı olacak. Yemek sonrası kan şekeri kontrolünde özellikle ilk iki saat daha başarılı olunacağı, insülin pompası ile kullanıldığında daha hızlı etki göstereceği belirtiliyor. Yemek sonrası yüksek kan şekeri önlenecek, daha sık aralıklı yemek atıştırma imkanı sağlanacak, yemek sonrası alınan insülinin geç çıkan etkisi de azaldığından beklenmedik hipoglisemi ve kilo alımını azalacak, yapay pankreası tam otomatik düzene geçirebilecek. Bunun anında, akıllı insülinlerle ilgili çalışmalar da yapılıyor.  Bu insülin çeşidi ile hedef, kan şekeri düzenine göre gerekli dozda kana insülin salınmasını sağlamak. Umarız, on yıl içinde bu insülin çeşitleri kullanıma girer.

  Aslında bu tip insülinler yapay pankreasın daha da iyi çalışması için kullanılacak. yapay pankreasta amaç, pankreas gibi davranan bir sistem geliştirmek. Bu sistemde kan şekerini ölçen, değere uygun insülin yapan bir mekanizma sağlanma çalışılıyor. Eğer gerçekleşirse belki de Dr. Eda Cengiz’in sunumun sonunda dediği gibi  “Bir zamanlar diyabet diye bir hastalık varmış” diyeceğiz.
Bunlarla beraber yapay pankreasın mükemmelleştirilmesi için Yale Üniversitesi’nde neler yapılıyor?

  Her diyabetlinin diyabeti kendisine hastır. Çünkü, kan şekeri alınan gıdaların yanında duygu durumlarından, kişilik yapılarından kolayca etkilenebilir. Üzerinde hala çalışılan yapay pankreasın altı kısmının beşinci evresindeyiz. Dr. Eda Cengiz, bu kadar kişisel olan diyabetin tedavisinde çığır açacak yapay pankreasın sporcular, kadınlar ve çocuklar için özelleştirileceği haberini verdi.
  Konferansta diyabetin üzerinde çalışılan bir diğer tedavi yöntemi olan kök hücreden de bahsedildi. Bu arada bebeğinizin kordon kanını kordon bankasında saklamadığız için üzülmeyin, yağ hücresinden bile kök hücre oluşturulabiliyor, ben de yeni öğrendim, açıkçası çok da mutlu oldumJ Kök hücre eğitilip beta hücresine dönüştürülebiliyor. Ancak, bu yöntemde bazı engeller bulunuyor. Bunlar, hücrelerin eğitilmesinin nasıl yapılacağının tam olarak bilinememesi, insülin yapan ama şeker ölçen sistemin olmayışı, hücreye besin sağlamadaki güçlük, hücreyi yeni saldırıdan korumanın engellenmesi gibi sorulara cevap aranıyor. Ayrıca yeterince hücre var mı, hücre sayısının nasıl arttırılması gerektiği tartışılmakadır. Aslında en önemli ve umut vadeden kısım immün (bağışıklık)  sistemin adacıklarındaki otoimmüniteyi ortadan kaldırmak olacaktır.

  Kök hücrelerin adacık hücrelerine çevrimi esasıyla çalışacak ViaCyte de Dr. Eda Cengiz’in çalışma konuları arasında yer alıyor. Beta hücreleri, küçük bir kapsül şeklindeki korunmaya alınıyor. Deri alına yerleştirilen ViaCyte ile insan kök hücreleri eğitilerek adacık hücrelerine çevrilebiliyor ve bu hücreler küçük tüp içinde biriktiriliyor. Bu şekilde insülin kana karışıyor. Ayrıca bu yöntem adacık nakline göre daha avantajlı durumda. Peki, nedir avantajları? İmmün baskılayıcı etken ortadan kalkıyor, sınırsız hücre kaynağı sağlanıyor, daha ucuz ve cerrahi müdahaleyi minimuma indiriyor.

Non invazif insülin – Afrezza: Nefes yoluyla alınan insülin, astımlılar tarafından kullanımı önerilmiyor, ama Eda hanım ve ekibi FDI onayı almak için inanılmaz çaba harcıyor. Bu yöntem de diyabet tedavileri adına umut vadediyor.  

  Son olarak “Kök hücre nakli ile tedavi mümkün mü?” Sorusunu yanıtlayalım. Kök hücre uygulamasında bağışıklık sistemini baskılan ilaçlar alınmak zorunda kalınıyor, bu da en küçük bir enfeksiyonu ciddi bir hale getirebiliyor. Dr. Eda Cengiz ve ekibi bu konuda da çalışmalarını sürdürüyor. Amaçları, bağışıklık baskılayıcı ilaçlar alınmadan kök hücre tedavisinin gerçekleştirilmesini sağlamak. Asıl konu ise T hücrelerinin değişmesiyle adacık hücrelerinde meydana gelen otoimmüniteyi ortadan kaldırmak.